içerik yükleniyor...Yüklenme süresi bağlantı hızınıza bağlıdır!

Mesele Bu Günün Meselesi Değildir 2

Mesele bugünün meselesi değildir demiştik ve geçen günkü yazımıza devam ediyoruz. 1980’den sonra başlayan “özelleştirme furyasında” ortadan kaldırılması gereken en önemli ekonomik unsur KİT’ler idi. Çünkü Emperyal güç devletin küçültülmesini (!) istemişti ve bu talep halka “Canım devletin ekonomide ne işi var? Devlet alt yapıyı yapar ve kanunları çıkarır, üretim işine filan girmez. Artık liberalleşiyoruz, globalleşiyoruz. Yenidünya düzeninde böyle bir şey yok.” masalları ile anlatıldı ve halk adeta hipnotize edildi. Bu hipnozda medya baş enstrüman oldu.

Ekonominin uzun vadede çökmesi için devletin balans mekanizmalarının ortadan kalkması ama daha da önemlisi ekonomik aksın üretim temelli ekonomiden çıkıp tüketim temelli ekonomiye dönmesi lazımdı. Daha önceki yazımızda belirttiğimiz üzere fevkalade güzel, sağlam, hilesiz hurdasız, üzerine yüksek karlar konulmadan makul fiyatlar ile KİT’lerin kendi mağazalarında satışa sunulan ve toplumun geniş kesimlerinin ihtiyacını sağlayan mallar KİT’lerin kapatılması ile ortadan kalktı. Örneğin Beykoz Kundura’nın ayakkabıları, Merinos’un yünlü kumaşları, Nazilli’nin basmaları, Şeker Fabrikalarının pancardan ürettiği saf ve sağlıklı şeker vb. Say sayabildiğin kadar. Onlar yerli malı idi ve gerçekten tam da “yerli ve milli “ idi.

Her yılın aralık ayında “Yerli Malları Haftası” olurdu. Sloganı bile vardı “Yerli malı yurdun malı, herkes onu kullanmalı.” Ne kadar anlamlı değil mi? Bunların yanı sıra ülkenin stratejik ürünlerinden olan madenlerin çıkarıldığı ve işletildiği ETİ maden, Ergani bakır gibi pek çok kurum. Kapatılırken gösterilen gerekçe şu idi “Efendim, KİT’ler kar etmiyorlar, devlet bütçesine yük oluyorlar.” Doğru. Çünkü her gelen siyasi irade o KİT’leri arpalık olarak kullandı ve oy almak için fizibiliteye aykırı biçimde istihdam gerçekleştirdi. Hâlbuki yeni yatırımlar yaparak sözkonusu yeni yatırımlarda istihdamı gerçekleştirseydi hiçbir KİT asla zarar etmezdi. Çünkü her üretim tesisi kurulmadan önce bir fizibilite etüdü yapılır, o işletmede yılda ne kadar ürün üretileceği, bu ürünlerin hangi makine ve teçhizatla üretileceği, üretim ve idari kadrolarda maksimum/ minimum kaç kişi çalışabileceği, hangi bölgede kurulacağı, ulaşım imkânları, bütün bunların sonunda üretilen ürünlerin satışı sonrasında karlılık rasyoları vb. ortaya koyulur. Tesis kurulup çalışmaya başladıktan sonra kar eder.

Ancak siz 2 bin ayakkabıyı 20 kişi ile ürettiğinizde kar ederken buraya 50 kişi istihdam eder ve yine 2 bin ayakkabı üretmeye devam edersiniz bir de üstüne üstlük üretim kapasitesini arttırmaz, elde ettiği geliri de kamu masraflarında kullanıp yatırıma dönüştürmezseniz doğal sonuç olarak zarar edersiniz. İşte KİT’ler böyle zarar ettirildi. KİT’lerin kapatılması sonucunda devletin, özel sektör yani dönemin Neoliberalizm ya da vahşi kapitalizm anlayışı karşısında vatandaşı koruma enstrümanı kalmadı. Çünkü Emperyal güç 1980 den itibaren Türkiye’nin iyi kötü işleyen bir üretim ekonomisinden “tüketim ekonomisine” evrilmesini hedeflemişti. Bu da Türk halkına Neoliberalizmin bir gereği olarak sunuldu. İstihdamın dörtte üçü “hizmetler sektöründe” kalan dörtte birin de büyük kısmı sanayi sektöründe (genelde montaj sanayi) kalan çok küçük bir kısmı da tarımda istihdam edilmeliydi. Ancak bu yolla Emperyal güç Türkiye’nin ayağa kalmasını ve gelişmesini engelleyebilirdi. Bu tespit isabetli bir tespitti. Çünkü Türkiye’nin en güçlü olduğu alan Allahın bahşettiği coğrafya ve iklim koşulları nedeniyle tarım alanı idi. Örneğin dünyanın en iyi pamuğu denilen Mısır’ın Akala pamuğunun tek rakibi Türk Çukurova pamuğu idi. Tarımın önemi daha ortaokulda öğrencilere ders olarak anlatılıyordu ve kalın da bir Tarım Bilgisi kitabı vardı. Çocuklar Anadolu toprağını, verimliliği, üretilen yüzlerce çeşit tarım ürününü, ağaç cinslerini, aşı yapmayı, budamayı filan öğreniyorlardı. Bu durum Emperyal güç için stratejik bir tehditti.

Türkiye tarımda gelişir, dünyanın önemli bir kesimini besleyecek yüksek teknolojili ve katma değeri yüksek endüstriyel tarımı başarırsa nice olurdu Emperyal Gücün gelecek planları. Çünkü Emperyal Güç biliyordu ki 50 – 100 yıl sonrasının en güçlü stratejik silahı tarım olacaktı. Zira insanlar 20 sene aynı arabayı kullanabilir, 20 sene aynı elbiseyi giyebilir ama 20 gün kimse aç duramazdı. Dünya nüfusu çoğalıyor ama tarım toprakları aynı kalıyor hatta göreceli olarak azalıyordu. Öyle ise Türkiye hızla tarımdan koparılmalıydı. Neymiş öyle ortaokulda çocuklara tarım dersi verip de milleti uyandırmak. Hele bir de Türkiye tıpkı Japonya’nın Meigi Restorasyonu benzeri bir hamle ile tarımdan ayırdığı tasarrufları sanayi sermayesi birikimi olarak sanayiye yatırırsa kim tutacaktı o zaman Türkiye’yi? Bu korkulu rüyayı görmektense Neoliberalizm yalanını iyi üflemek lazımdı. Ne yazık ki bunun öncü babası da görevli olan merhum Turgut Özal ve hükümetleri oldu. Merhum Özal 80li yıllarda sürekli şu sözleri tekrarlardı, “Gelişmiş ülke olmak için hizmetler sektörü ağırlıklı olmalıdır. Modern devletlerde böyledir. Ülkemiz istihdamının yüzde 75i hizmetler sektöründe, yüzde 20si sanayide, yüzde 5i de tarım sektöründe olursa Türkiye gelişmiş 10 ülke içinde olacaktır. Liberalizm budur. Liberalleşiyoruz, globalizm çağı artık. Bırakın artık o modası geçmiş ekonomileri.” Tabii bu sözler Emperyal gücün maaşlı görevlileri tarafından da efendilerinin isteği doğrultusunda her gün TVlerde ve gazete köşelerinde sürekli tekrarlanıyor, yaptıkları amigoluklarla halkın algıları yönlendiriliyordu. O zamanlar bile çok kez yazıldı çizildi, yapmayın etmeyin bu istenen bu ülkeye yapılacak en büyük kötülüktür, ihanettir denildi ama hiç duyulmadı. Zira iktisat biliminin temeli üretimdir.

Üretimin dört faktörü olan tabiat, emek, sermaye ve müteşebbisin ortak sonucu üretimdir. Üretmeyen hiçbir ülkenin zengin olduğu dünya tarihinde görülmemiştir. Ya üreterek satacak zenginleşeceksin ya da eski zamanlardaki gibi seferler düzenleyerek ganimet toplayacaksın. E, bu devirde sefer düzenleyip ganimet toplayacak halin olmadığına göre üretmekten başka yol olmadığı ortadadır. İstihdamın dörtte üçünün hizmetler sektöründe olması demek çalışır nüfusun dörtte üçünün elle tutulur ve satılabilir bir mal üretememesi demektir. Bu durumda mal üretenler efendi olurlar, hizmetler sektöründeki ülkeler ise hizmetçi olmaktan nasıl kurtulabilirler acaba? (DEVAM EDECEK)

YAZARIN DİĞER YAZILARI
FACEBOOK YORUM
Yorum