içerik yükleniyor...Yüklenme süresi bağlantı hızınıza bağlıdır!

Ermeni Tarihi Ve Emperyalizmin Soykırım Yalanı (2)

OSMANLI DÖNEMİN’DE ERMENİLER

Bir önceki yazımda Ermeniler’in tarihi hakkında bilgi verip, Ermenileri, Rumların asimilev etme politikasından kurtaranın Selçuklu Türkleri olduğundan söz etmiştim. Buradan devam ederek, Selçuklu Devleti’nin devamı Osmanlı Devleti’dir. Aralarındaki tek fark hanedan değişimidir. O halde gelelim Osmanlı dönemine.

Osmanlı Devleti'nin kuruluşundan bu yana Türklerle yan yana, kardeşçe ve huzur içinde yaşamışlardır. Genellikle Çukurova, Doğu Anadolu Bölgesi ile Kafkasya bölgelerinde bulunan beylikler altında yaşamaktadırlar. Osmanlı Devleti'nin her yerinde görülen Ermenilerin nüfus çoğunluğu, Anadolu'nun doğusunda olup, burada bile nüfusun ancak % 8'ini teşkil etmişlerdir.

Bursa'nın başkent olduğu dönemde Ermeni ruhani reisliği başkente alınmıştır. İstanbul'un fethinden sonra da İstanbul'a taşınmış ve daha sonra da İstanbul Ermeni Patrikhanesi kurdurulmuştur. Refah ve huzur içinde yaşayan Ermeniler Anadolu'dan gelen göçlerle İstanbul'da büyük bir cemaat oluşturmuştur.

Ermeni Patrikhanesi’nin kuruluşu ve gelişimi ile ilgili gelişmeler, Rum Patrikhanesi’nden daha farklı olmuştur. Aslında Fatih İstanbul’daki Ermeni dini merkezini öncelikle bir episkoposluk merkezi (sadece bulunduğu şehrin veya bölgenin dini otoritesi) olarak tesis etmiş, ilerleyen yüzyıllarda bu kurum patriklik statüsüne yükseltilmiştir. İstanbul Ermeni Patrikhanesi’nin ne zaman ve nasıl kurulduğuna dair genel kabul gören ve sürekli tekrarlanan anlatıya göre, İstanbul’un fethiyle birlikte gelen kuruluş şöyle gerçekleşmiştir: “Fatih Sultan Mehmet İstanbul’un fethinden önce Bursa’da iken, oradaki Ermeni ahaliye ve onların rûhânî önderi Hovagim’e karşı bir yakınlık ve sevgi gösteriyordu. Fatih bir gün Hovagim’le sohbet ederken, Hovagim kendisine “Tanrı senin krallığını diğer krallıklardan daha da yükseltsin” diye dua etmiş, bunun üzerine Fatih de Hovagim’e “Eğer İstanbul’u ele geçirmeyi başarırsam, seni ve Ermeni ileri gelenlerini İstanbul’a götüreceğim ve seni onların lideri yapacağım” şeklinde bir vaatte bulunmuştu. İstanbul’un 1453 yılında fethinden birkaç yıl sonra Bursa’ya gelen Fatih, verdiği sözü hatırladı ve Episkopos Hovagim’le birlikte birçok Ermeni ailesini Bursa’dan İstanbul’a getirtti. Yine bu dönemde daha farklı yerlerden de İstanbul’a Ermeni gruplar getirtilerek, Bizans’ın son dönemlerinde etkisizleştirilen İstanbul’daki Ermeni murahhaslık merkezini yeniden canlandırılmıştır. Bu Ermenilerin şehrin değişik semtlerine yerleştirilmelerinden sonra Fatih, Episkopos Hovagim’e bir fermanla Ermenilerin Marhasa (veya murahhasa) unvanını verdi. Bu ünvanın kilise literatüründeki karşılığı ise başepiskopos anlamına gelmektedir. Başepiskopos, bir bölgedeki en yüksek rütbeli din adamını ifade etmektedir. ”Buradaki lidere “patrik” unvanının verilmesi ise Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman dönemlerinde olmuştur. Dünya genelindeki tüm Ermeni dini merkezlerini hâkimiyetine alan Osmanlı Devleti, İstanbul Ermeni Patrikhanesi ismini de resmen o tarihlerden sonra kullanmaya başlamıştır.

Ermeni Patrikhanesi, yukarıda belirtildiği üzere Osmanlı hükümeti nezdinde Ermeni cemaatini temsil ettiği gibi, Ermeni cemaatine karşı da Osmanlı Hükümeti’ni temsil ediyordu. Bu her iki temsil görevini yerine getirebilmesi için patrikhane, cemaatine karşı çeşitli cezalar verme (hapse atma veya sürgüne gönderme gibi) hakkına sahipti. Ancak bu haklar idarî yetkilerine karşı olabilecek saldırılar için geçerliydi ve uygulanması hükümetin onayına tâbiydi. Özellikle sürgüne gönderme cezası için hükümetten izin almaya mecbur olan patriğin bu hakkını hükümet de çoğu zaman destekleyerek, cemaat üzerindeki otoritesine destek oluyordu. Ayrıca patriğin emrinde bir askerî birlik de vardı. “Yasakçı” adı verilen ve yeniçerilerden oluşan bu askerler, patriğin idarî yetkilerini kullanmasında ona yardımcı oluyorlardı. Patriği Ermeni cemaati kendi usullerine göre kendisi seçiyor, seçilen kişi devlete “pişkeş” adı verilen bir vergiyi ödedikten sonra Padişah beratıyla görevi onaylanıyordu.

Ermeni patriğinin cemaat üzerindeki otoritesini sınırlayan ve kimi zaman patrikhaneyi yönetebilecek kadar güçlenen tek sınıf, “amira”lar denilen Ermeni aristokrasisiydi. Fatih Sultan Mehmet döneminde de var olmakla birlikte özellikle Kanuni Sultan Süleyman’ın 1554 yılında Revan ve Nahçıvan’ı fethi akabinde Van, Eğin ve diğer bazı yerlerde yaşayan sarraf ve tüccar Ermenileri İstanbul’a getirmesi sonrasında ortaya çıkan bu sınıf, ekonomik gücüne paralel olarak cemaat idaresinde de yetki sahibiydi. Patriklerin ve diğer episkoposların devlete ödediği “pişkeş” vergisini kendileri ödeyen amiralar, buna bağlı olarak da rûhânîler üzerinde otorite sahibi haline geliyorlardı. Zira Ermeni rûhânîleri ekonomik olarak güçlü bir sınıf değillerdi. Zenginlikleri ve devlet yetkililerine yakınlıkları sayesinde amiraların bu otoriteleri zamanla daha da artacak ve kimi zaman patrikhane idaresi doğrudan onların eline geçecekti.

Osmanlı millet sistemi çerçevesinde yürütülen bu idari yapı Tanzimat dönemine kadar sürecek, Tanzimat döneminden itibaren Osmanlı Devleti’nin idari anlamda yaşadığı dönüşüm gayrimüslim idarelerine de yansıyacaktır. Özellikle 1863 tarihli Ermeni Milleti Nizamnamesi’nin ilanından sonra patrikhanenin görev ve yetkileri de farklılaşacaktır.

XVII. yüzyıl için Polonyalı Simeon’un bazı gözlemleri de dikkat çekicidir. Ona göre;

“Özellikle Adalardaki Rumlar Ermenilere iyi gözle bakmazlar ve onları gördüklerinde yere tükürüp köpek muamelesi yaparlar, Rumlar eskiden beri Ermeni düşmanıdırlar. Hatta zamanında patrikleri Müslümanlara müracaat ederek Rumların baskısından kendilerini kurtarmışlardır. İstanbul Rumların elinde bulunduğunda, Ermenilerin oraya yerleşmesi şöyle dursun, bezirgan/tüccar olarak bile hiçbir Ermeni şehre sokulmamıştır. Halbuki Türkler İstanbul’u alınca burada birçok Ermeni’yi iskan etmiş, onlara iki büyük kiliseyi vermiştir (Samatya’da Surp Georg ve Balat’ta Surp Hıreşdapapet). Ermenileri Rumlardan başka diğer Hıristiyanlar ve Müslümanlar severler. Hatta Türkler onlara çok iyi davranır, mesela Malatya’daki Türk ahali çok iyi ve insansever olduklarından Ermenilere çok itibar gösterir, onları İsevi, İsa kulu diye çağırır. Kayseri yöresindeki Ermeniler, Ermenice konaşamazlar, Türkçe konuşurlar. Ankara piskoposluğuna bağlı Ermeniler de aynı şekilde sadece Türkçe bilirler. Anadolu şehirlerine nispetle Suriye yöresindeki şehirlerde görev yapan idareci ve kadılar Ermenilere daha sert davranırlar”

1839’da Gülhane Hattını hümayunu(Tanzimat Fermanı) ilanından sonra  sarayda ve Hariciye Nezâreti'nde memuriyetlere alınmışlar, 1856’da Islahat Fermanı'ndan sonra da, birinci sınıf hizmetlere; vali, genel vali, müfettiş, elçi ve hatta nâzır gibi görevlere getirilmişlerdir.

Osmanlı-Rus Harbi'nden önce bir Ermeni meselesi yoktur. Bu mesele Rusya'nın, bazı Türk şehirlerini işgal ettikten sonra, buradaki Ermenileri kendi emellerine âlet ederek istiklâl amacı ile Bâbıâli'ye karşı kışkırtmasıyla başlamıştır. Ayastefanos ve Berlin antlaşmalarına, Ermenilerin bulunduğu yerlerde ıslahat yapılmasına dâir hükümler konulmasından sonra, bu hükümlere dayanılarak büyük devletlerin Osmanlı Devleti'nin içişlerine müdahalelerde bulunmasıyla Ermeni meselesi ortaya çıkmıştır. Ermeniler çeşitli vaadlerle tahrik edildiklerinden, bir takım kanlı olaylar meydana gelmiştir. Bu olayları hazırlayan sebeplerin arasında, Protestan misyonerlerin faaliyetleri de etkili olmuştur. Sözde, Osmanlı topraklarında yaşayan Hıristiyan azınlıkların haklarını koruma amacı güden Amerika, İngiltere ve Rusya gibi devletler; kendi menfaatleri uğruna Ermenileri kışkırtma yoluna gitmişler, gerek Osmanlı Hükûmeti'nin, gerekse yabancı temsilcilerin, Ermenilerin durumu ve onlara yapılan muameleler hakkındaki gerçekleri ifade eden yazı ve mektupları, menfaatlerine ve politikalarına ters düştüğü için kamuoylarına duyurma gereği bile duymamışlardır. Doğu Anadolu'da Ermeni devleti kurma hayaliyle bir takım fesat dernekleri ve partileri kurarak çeşitli vesilelerle olaylar çıkartıp Türk nüfusu katleden Ermeniler, Birinci Dünya Savaşı sırasında askerlerin cephede bulunmasından yararlanarak düşmanla işbirliği yapmışlar, devlete ihanet etmişler ve savunmasız Türklere her türlü saldırıyı reva görmüşlerdir. Bunun neticesi olarak da, Osmanlı Devleti'ni tehcir kararı almaya adetâ mecbur etmişlerdir. Tehcire tâbi tutulan Ermeniler, bilinmelidir ki, devlet aleyhinde faaliyette bulunan Ermenilerdir. Devlete sadakatle bağlı olan Ermeniler ise hiç bir surette tehcire tabi tutulmamışlardır. Tehcire tabi tutulan Ermenilerin yollarda her türlü ihtiyaçları, emniyetleri ve iskânları sağlanmış, malları güvence altına alınmıştır. Birinci Dünya Savaşı sona erdikten sonra da eski yerlerine dönüp dönmemekte serbest bırakılmış, dönmek isteyenlere de her türlü yardım ve kolaylık gösterilmiştir. Türkiye, Lozan Antlaşmasıyla azınlık statüsünü onaylayarak, Ermenilere Türk vatandaşlarının sahip olduğu ferdî hak ve hürriyetlerin tamamını kullandırmış ve o tarihten bu yana Türkiye'de yaşayan Ermenilerle hiç bir problem yaşanmamıştır. Dışarıdan kumandalı teşkilâtların oyununa gelmeyen ve onları tasvip etmeyen Türkiye Ermenileri bugün huzur ve refah içinde yaşamaktadırlar. Doğu Anadolu'da yapılan araştırmalar sonucu toplu mezarlarda hunharca katledilmiş olarak bulunan Türk şehitlerinin naaşları, zaman zaman gündeme getirilen Ermeni katliamı iddialarının ne kadar asılsız ve düzmece olduğunu ortaya koymaktadır. Ayrıca, Başbakanlık Osmanlı Arşivi'nde bulunan Ermeni meselesiyle ilgili zengin bir kolleksiyon arasından seçilen belgelerden meydana gelen bu eserde, bugüne kadar yapılmış olan iddiaların asılsızlığı çok net bir şekilde ortaya konmaktadır.

Günümüzde ise Ermeniler kendilerini asimile eden Rumların devleti Yunanistan ile kolkola değiller mi? Azerbaycan’in Ermenistan savaşında bize karşı ittifak değiller mi? Tarihimizi iyi okuyup anlamamızın ne kadar önemli olduğu burada daha net anlaşılıyor. Bundan sonraki yazımda size Hocalı Katliamı hakkında bilgi vereceğim. Birlik ve beraberliğimizin daim olması dileğiyle....

YAZARIN DİĞER YAZILARI
FACEBOOK YORUM
Yorum