içerik yükleniyor...Yüklenme süresi bağlantı hızınıza bağlıdır!

Yüreciği Güzel Adam

Macır (Muhacir) kelimesiyle ilk defa çocukken tanıştım. Memleketim Silifke’den Taşucu’na giderken yolun solunda bulunan ova köyünün ismi ‘Macır Çiftliği’ydi. İnsanlarının temiz, çalışkan olduklarını duyardık. Dedemin abisinin hanımı da bu köyden bir macırdı. O, bizim çok sevdiğimiz Fethiye Yengemizdi.

Yaz tatillerinde çıktığımız Balandız Yaylası’ndaki nur yüzlü Hacı Hüsnü amcamız ve eşi Bedriye Abla’nın da Selanik göçmeni olduklarını bilirdik. Kendileri gibi çocukları da sarışın, beyaz tenli, mavi gözlülerdi.

Milli, İslami bilinç kazanmaya başladığım gençlik dönemimde Doğu Türkistan, Kıbrıs gibi Batı Trakya da ilgi alanımız içindeydi. Bağlı olduğum ideolojik hareketin gazetesinde, dergilerinde, kitaplarında Batı Trakya’ya, Rumeli’ye, Balkanlar’a özel bir önem verilirdi.

2005 yılında “Srebrenitsa Katliamı”nın 10. yıldönümü vesilesiyle Bosna’ya gittiğimde, bu ülkeye Osmanlı akıncılarının ilk geldikleri yıldan ancak 50 yıl sonra İstanbul’un fethedildiğini, Fatih Sultan Mehmet’in Anadolu’nun birçok bölgesinden önce buraları aldığını, Travnik’in “Vezirler Şehri” olduğunu, yönetici kadronun asıl kaynağının Rumeli olduğunu duyunca şaşırmış, Balkanlar’a verilen bu özel önemin şifresini çözmeye çalışmıştım.   

İkinci kez nasip olan Bosna ziyaretim esnasında da, Saraybosna Gazi Hüsrev Bey Medresesi Korosu’ndan dinlediğim “Göçtü kervan, kaldık dağlar başında” ilahisi, Balkanlar’da boynu bükük vaziyette bıraktığımız kardeşlerimizi hatırlatmış ve hüzünlenmiştim. Şimdilerde Rumeli denince, Balkanlar denince aklıma hep bu çok sevdiğim “hicaz” ilahi gelmekte…

Küçük muhacir, büyük umutlar

İşte, Prof. Dr. Nihat Bengisu da Rumelili bir kızan… Yani evlâd-ı fatihan… Balkanlardan, suyun öte yakasından… Biraz Gümülcine, biraz Kırcaali, biraz Deliorman… İki ülke arasında a’rafta kalan, kimselere yaranamayan… Yunanistan’da “Türk tohumu”, burada “pis Yunan!” Her daim “muhacir” kalan, göçü, hicreti hiç durmayan… Ama “muhacir” olarak geldiği Türkiye’de “ensar” olmayı başaran… Hep “Bengisu”yu arayan ve sonunda bulan...  Ve de aynı şehirde hayatının altı yılına şahitlik ettiğim yüreciği güzel insan…

Ensar ruhlu muhacir

“Muhacir, bir tarih başlangıcını hatırlatıyor bize. Müslüman takvimi bir göçle, ‘hicret’le başlar... Ve bu hicretin ilk muhacirleri Hz. Peygamber ve onun ilk halifesi Hz. Ebubekir’dir... Mekke’den Medine’ye hicretin arkası gelir... ‘Muhacir’in bize çağrıştırdığı ise ‘ensar’ kelimesidir. Ensar, ‘nasr’ın ‘yardımcı’nın çokluk şeklidir. Ensarî ise ism-i mensubudur, aitlik adıdır. En meşhur ‘Ensarî’yi topraklarımızda misafir ederiz. O Peygamberimizin fetih müjdesini ileri yaşlarda Doğu Roma başkentinin surlarına kadar taşıyan bir tebliğci olarak İstanbul’un muhasarasına katılır ve şehit olur. Eba Eyyüb el-Ensarî... Muhacir Peygamberimizi evinde misafir eden Medineli, ebediyete kadar bizim muhacirimiz ve misafirimizdir!”                               

 Vahdet, 13.07.2016, D. Mehmet Doğan

Müslüman ‘muhacir’se, gittiği yerdeki din kardeşleri ona ‘ensar’ olmalı değil midir? Ama maalesef böyle olmamış, tersine Bengisu zorunluluktan ‘ensar’lığa da talip olmuştur. Hem muhacir, hem ensar olabilmek de doğrusu her babayiğidin harcı değildir!

Zorunlu muhacir, gönüllü ensar

O,  “muhacir” olarak geldiği anavatanında ve zorunlu olarak hicret ettiği diğer şehirlerde “gönüllü ensar” olabilmeyi başaran, kendi derdini unutup gittiği yerlerin yaralarına merhem olandır. O ensar gönüllü, ensar yürekli, ensar ruhlu bir muhacirdir. O, Rumeli lehçesiyle “erkesin gönlücüğünü yapan, yüreciği güzel, Osmanlı’dan kalma, efendiden bir adam”dır.

21 yıl bulunduğu Kayseri’de de çok güzel tıbbi ve insani hizmetler yapar. Ancak Kayseri onu bağrına basamamış olmalı ki, bu şehirden de İstanbul’a hicret etmek zorunda kalır. İbni Sina “İlim ve sanat takdir edilmediği yerden göç eder.” derken ne kadar da haklıdır. Ama İstanbul’un garip gurebası onu daha çok sever ve kucaklar.   

O, şehre koşarak gelip uyaran ve haklıdan, mağdurdan, mazlumdan yana olan adil adam olarak her gittiği yerde gönüllere taht kurar.                      

Vefa anonsu

1994 yılında İzmir’den geldiğim Kayseri’de, Büyükşehir Belediyesi Basın Yayın ve Halkla İlişkiler Müdürlüğü görevini yaparken tanıdığım Nihat Hocamla birçok sivil toplum organizasyonunda ve 28 Şubat sürecindeki baskılara karşı gerçekleştirdiğimiz demokratik eylemlerde bir araya geldik. Kayseri’den gittiği/gitmek zorunda kaldığı 1999’a kadar yollarımız sık sık kesişti.

İstanbul’a yerleştikten sonra muhtemelen 2002 yılında bir davet üzerine geldiği Kayseri Spor Salonu’nda toplantıya katılanlara kendisini şöyle anons ettiğimi ve kalabalık kitleden özlem dolu büyük bir alkış koptuğunu hatırlıyorum;

“Kıymetini bir türlü bilemeyerek İstanbul’a kaçırdığımız Dr. Nihat Bengisu hocamızı kürsüye davet ediyorum.”

Sükût suikasti

Bu kitabı hazırlarken, Kayseri Büyükşehir Belediyesi tarafından yayımlanan “Kayseri Ansiklopedisi”nde maalesef “Nihat Bengisu” adını bulamadım. Tıpkı rahmetli Nevin Akyurt’un da yer almadığı gibi… Avanos’a bağlı Özkonak beldesinde bile sevenleri tarafından adına bir çeşme yaptırılırken, kendisinin çok sevdiği, büyük emek verdiği, girmediği bir ev bırakmadığı bu şehirde isminin herhangi bir sokağa veya sağlık ocağına bile verilmediğini, kısacası birileri tarafından görmezden gelinerek unutturulmaya çalışıldığını üzülerek tespit ettim.

“Bu gibi durumlar için kullandığımız ‘sükût suikastı’ diye bir tabir var dilimizde. Bazıları ‘sessizlik komplosu’ da diyorlar. Söz gelimi, Tanpınar edebiyat çevrelerinde maruz kaldığı tavırdan ‘sükût ‘conspiration’u’ diye söz ediyor. Marks da bazı dostlarına yazdığı mektuplarda, eserlerinin korkak akademisyenlerin ve burjuva basınının ‘sükût komplosu’na maruz kaldığını söyler. Dr. Hikmet Kıvılcımlı Marksist literatürde sıkça kullanılan terimi ‘susuş kumkuması’ diye tercüme ediyor.” 

https://www.karar.com/yazarlar/ibrahim-kiras/ak-partinin-tarihi-bastan-yaziliyor-11155

Geciken vefa

Bu konuda yayıncı, yazar Mekki Yassıkaya’nın tespitlerini de önemsiyorum;

“Kayseri şehri onun nice hizmet ve fedakârlıklarıyla çağıldarken, bu sebeple olsun Kayseri’nin en ünlü caddesine onur duyulacak ismi verilmesi gerekirken, bu umursamazlık ve unutkanlık karşısında sizin kitabınız bir hakkı teslim açısından daha da önem arz ediyor artık!”

Umarım bu kitabımızın yayınlanmasından sonra Kayseri şehrini yönetenler geciken vefayı gösterip üzerlerine düşen görevi yerine getirirler.

Güzel insanlar güzel atlara binip gitmeden…

“Ensar Ruhlu Muhacir” adıyla hayatını kitaplaştırırken Nihat Hocamın değerinin sağlığında bilinmesini, günümüz insanının özellikle gençlerimizin onu yakından tanımasını, örnek hayatının da gelecek kuşaklara aktarılmasını arzuladım.

Maalesef biz genellikle “ölü sevici” bir toplumuz. Şairin, “Kadrini seng-i musallada bilüb ey Bâkî / Durub el bağlayalar karşuna yâran saf saf” dediği gibi, kaybettiğimiz değerlerin ardından güzellemeler yapmayı, ağıtlar yakmayı pek severiz. Oysa iz bırakan insanlarımızın asıl hayattayken değerleri bilinmeli, yaşadıkları, yaptıkları kayıt altına alınmalı, adları şehirlerin en güzel meydan, cadde ve kültür merkezlerine verilmeli, biyografileri, romanları yazılmalı, belgeselleri, filmleri yapılmalı… Bir toplumun, bir dönemin gerçek tarihi ancak bu tür eserlerle anlaşılabilir çünkü!

İşte, başlattığım biyografi serisinde, tanıdığım güzel insanları güzel atlara binip gitmelerinden önce anlatmak istiyorum. Bu kapsamda beşinci biyografi kitabımı sunmaktan mutluyum. İnşallah “Hocaların Hocası” Nihat Hocamın belgesel filmi de çekilir. Yakışır doğrusu…                                                               

YAZARIN DİĞER YAZILARI
FACEBOOK YORUM
Yorum