içerik yükleniyor...Yüklenme süresi bağlantı hızınıza bağlıdır!

Taş
 

Bazen gerçek, atılan taştan fazla acıtır…Bir hikaye anlatayım size…Bu hikaye arabası arıza yapmış bir gazetecinin uzak bir İran köyünde mahsur kalması ile başlar…

Soraya’nın köyüdür bu. Soraya bu köyde taşlanarak öldürülmüş zavallı bir kadındır. Yeğeni Zahra’nın içinde bir yaradır. Kadınların ezilmiş sesidir. İki gün olmuş bir hadisedir. Zahra bu gazeteciye bu acı hikayeyi anlatmak ister. Hikaye şudur; Soraya’nın kötü niyetli kocası Ali, 14 yaşında bir kızla evlenmek için onu boşanmak ister ve Soraya'yı öldürmek ve nafaka ödemekten kaçınmak için onu zina ile suçlamaya karar verir. Köyün mullahının yardımıyla Ali, Soraya aleyhine kanıt uydurmak için dedikodular yayıp ve tanıkları tehdit ederek Soraya’nın taşlanarak öldürülmesi ve Zahra’nın onu kurtarma çabalarına rağmen, Soraya suçlu bulunur ve köylüler, hatta kendi oğulları tarafından taşlanarak öldürülür. Bu hikayeyi güç bela alan gazeteci bu olay hakkında haber yapar ve gerçekleri dünya bilir. İşte bu gerçek hikayeyi basan gazetecinin 2008 yılında yapılan filmi ‘Soraya’yı Taşlamak’ filmi.. Sondan bir sahnesi aşağıdaki video. Kadını öldüren taş değil. Ona öldürmeye yeminli sevdiklerinin cani körlüğü…

Beni filminden ziyade kitabı etkilemişti. Kitabı yazan Freidoune Sahebjam (1933–2008), Fransız-İranlı bir gazeteci, savaş muhabiri ve romancıydı. Sahebjam, 1990 yılında yazdığı ve Soraya Manutchehri'nin hikayesini anlatan *La Femme Lapidée* adlı romanıyla uluslararası alanda tanındı. Bu roman, 1994 yılında ‘ The Stoning of Soraya M. : A True Story’ adıyla İngilizceye çevrildi. Kitap, 2008 yılında ‘ Soraya'yı Taşlamak’ ( The Stoning of Soraya M.) adlı filmin senaryosuna ilham kaynağı oldu. Filmde Sahebjam karakterini Amerikalı aktör James Caviezel canlandırdı. Mozhan Navabi de Soraya’yı… Soraya’ın talihsiz ve isyan ettiren kaderi ve başına gelenleri 1998’de Kahire’de değişim öğrencisi olarak 17 yaşımda okurken, aynı kaderi paylaşan kadınlar etrafımdan geçiyordu. Sonra Füruğ’un şiirleri. Derken… anladığım coğrafya kadının kaderiydi, yokoluşu erkeğin varedebilirliğine dayanıyordu. Ve İran Edebiyatı’na ilgimin epey arttığı yıllar; Kasravi, Aref, Mosheri, Hedayat… okudum. Okudukça anladıklarım zihin dünyamda bu edebiyata neden yakın durduğuma bir özetti; Kara parçası aynı ve DNA’mıza işli yerlerin ağırlıklarını benimle kaldıramayacağına inandığım erillerin yarattığı tezatlar vardı ve bunların dişil etkilerini — İran Edebiyatı’nda bulabiliyordunuz. Yeri geliyor o ağırlık, taş olmuş kalplerin ellerinde, kafanıza atılan bir taşa dönüşüyordu. Ama ‘gerçek’ kadar acıtmıyordu. Sadece kanatıyordu… https://x.com/i/status/1822265940374941793

 

 

 

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI
FACEBOOK YORUM
Yorum